Hayko Cepkin Röportajı
1 sayfadaki 1 sayfası
Hayko Cepkin Röportajı
Hayko Cepkin Röportajı
Hangibar organizasyonuyla Ankara’ya gelen Hayko Cepkin’le konserden sonraki gün Leman Kültür’de çok güzel bir söyleşi yaptık. Hayko’nun çok içten cevaplarıyla ve esprileriyle oldukça keyifli geçen söyleşide Hayko Cepkin’le ilgili merak ettiğiniz her şey var.
Müziğe nasıl başladınız?
(Gülerek) Çok ilginç. Hemen anlatayım. Babam CASIO bir klavye almıştı, onunla çalmaya başladım. Ondan sonra koroya girdim, okul korosuna, o koro büyüdü, büyüdü, büyüdü, kilise korosu oldu, sonra dört sesli batı müziği yapan bir koro oldu. Dokuz sene söyledim. Sonra opera eğitimi almak istedim. Opera eğitimi aldım iki sene. Onu bıraktım Timur Selçuk’la çalışmaya başladım. İki sene solfej, şan, armoni dersleri aldım. Oradan onu bitirdim, Akademi İstanbul’da Piyano eğitimi aldım.
Bir dakika, operayı neden bıraktınız?
Çünkü, saçlarım uzundu, dövmelerim vardı. Oradaki hocalar kalıpları olan hocalar. Onların kafaları öyle çalışıyor. Gözlerinde hiçbir zaman klasik bir operacı olamayacaktım. Modern operacı olacaktım. Onların gözünde de modern diye bir şey yok. Okulu bitiremezdim çok kolay. Sonra okulu bitirsem ne olacaktı ki yani. Düşündüm : kadrolu olsam, 6 yılda bir kadro açılıyor. hadi kadroya girdim, koroda olacaktım. Arada para kazanmak için piyano dersi falan verecektim öğrencilere, şan dersi verecektim.
Memur gibi bir hayat..
Armut gibi bir hayat. Yani ben ölürdüm herhalde öyle yaşamaya kalksaydım..(gülüyoruz)
Albüm kapağında odanın resmi var. Bütün şarkılar orada kaydolmuş galiba..
Her şey orada. Bütün albüm orada. Odamda takılırken birden albümüm oluverdi yani.
Background da çok iyi. İyi isimlerle çalışmışsın. Onlardan da biraz bahsedelim mi? Nasıl oldu, nasıl buluştun onlarla?
Şimdi o dönem, üniversite dönemleri geçtikten sonra, Akademi İstanbul’da piyano eğitimi aldığım dönemde, elimde klavye okula gidip geliyordum. O zaman da Beyoğlu’nda, Pendor Bar’da DJ’lik yapıyordum. Bara gidip gelirken, elimde klavye gördüler Öztürk’ler. ‘Sen çalıyor musun?’ dediler. ‘Çalarım’ dedim, başladım. Ondan sonra Ogün Sanlısoy’dan teklif geldi. Aylin Aslım, Koray Candemir, Demir Demirkan, albümlere düzenlemeler yaptım. Murathan Mungan’ın ‘Söz Vermiş Şarkılar’ albümüne düzenleme yaptım. Derken işler büyüdü işte.
Şu anda var mı herhangi bir proje?
Şu anda da işte Müslüm Gürses’e bir düzenleme yapıyoruz şimdi. Ama çok girmeyelim. İlginç bir proje olacak.
Albümün hikayesi nedir?
Odada yaptım her şeyi. EMI’ye götürdüm ben demoyu. Benim şarkılarım bu. Akşam Hakan Kurşun telefon açtı. ‘Şirkete gel’ dedi. Şirkete gittim, ‘Ben bunu çok beğendim, basıyorum’ dedi. ‘Abi’ dedim, ‘baştan bir kayıt yapalım.’ ‘Yok’ dedi, ‘basıyorum ben bunu’. Basıldı.
Böyle bir şey olabileceği hiç aklına gelmiş miydi?
Yok canım nerden aklıma gelecek. Bilseydim daha adam gibi söylerdim. Evde yani. Evde ne kadar olur ki? Şimdi onun için konserlerde evde yapamadıklarımın hepsini yapıyorum.
Peki komşulardan tepki gelmedi mi?
Bir dönem ‘abi kıs şunu’ muhabbeti vardı. Sonra ben Koray’la şunla bunla ortalıkta görünmeye başlayınca, albüm de çıkınca ‘evladım ne güzel şarkılar bunlar’ şeklinde değişti tepkiler (gülüyoruz). Şimdi mahallenin gururuyum, istersem sokağın ortasında çalışırım (kahkahalar) o kadar rahatım yani. Mesela şimdi ikinci albümde o konserlerdeki brutal vokaller var, şimdi evde kaydedebiliyorum onları. Rahatım yani, keyfim yerinde.
Albümde her şey sana ait. Sözler, besteler.. O sözleri yazarken nasıl bir psikolojide oluyorsun? Çok güzel sözler çünkü ve çok farklı bir sound. Türküler var, kilise müziği var?
Mesela geçen Atilla Aydoğdu’nun bir yorumu vardı : ‘bazıları’ dedi ‘Aşık Veysellerin, bilmem nelerin şarkılarını cover yapıp albümlerine koyuyor; sen onların ruhlarını alıp, kendi şarkılarını yapıyorsun’. Güzel bir yorum oldu o. Ve çok mantıklı geldi. Ben kimsenin coverını yapmıyorum. Yapmak da istemiyorum. Çünkü o da bana çok klişe geliyor. Ama çok acayip bir şey yaparsam o ayrı. Mesela ‘Şimdi Giden’. Murathan Mungan’daki şarkının hiç alakası yok şarkıyla. Bir tane daha yapmıştım Sezen Aksu şarkısı, o proje hayata geçer mi bilmiyorum ama onu da çok değiştirdim. Cover yapılırsa öyle yapılır. Şarkıyı tanımaya çalışırsın. Vokal kalıbını aynı tutarsın ama armonisini değiştirirsin. Bu müzik bilgisidir, armoni bilgisidir; altyapıdan komple değişik ama üstte vokal aynı şeyi söyleyebiliyor. Bir de ben bu konuda çok denedim, yapabiliyor muyum diye. Mesela piyasadaki çok arkadaşıma şarkıları için gidip ‘Vokalleri versene senin şarkının’ diyebildim. Çünkü onun şarkısı. Ben bozup başka bir şey yapabiliyor muyum diye herkesten vokal aldım. Hep evde çalıştım. Mesela film müziği yapmayı çok istiyorum. Yapacağım bir gün, eminim. Deneyimim olsun diye, hani öyle paslaşma vardır ya, üniversitede kısa film yapan arkadaşlara ben müzik yapıyordum. Hem o benden faydalanıyor, projesini bitiriyor; hem ben ondan faydalanıyorum, kendimi geliştiriyorum. Film müziği arşivim var zaten evde. En çok dinlediğim şey film müziğidir. O zaten her tür ruha hitap ediyor. Filmin içindeki o onlarca ruha hitap ediyor.
Şu filmin müziğini yapsaydım dediğin filmler var mı?
‘Ağır Roman’ var. ‘Pi’ var, ‘Fight Club’, işte ‘The Crow’ olmuş yani, o bomba. Ama ‘The Crow’un orkestrasyon kısmı, bizim bildiğimiz soundtrackte yok. Ben yurtdışından getirttim; bir çok film var ama Türkiye’de ‘Ağır Roman’ı yapmak isterdim. O çok benim kıyımdan köşemden geçiyor yani. Mesela albüm de ‘Hüzünle Karışık’, biraz ‘Ağır Roman’ı yansıtıyor yani, ondan etkilendiğim şeyler var.
Sahnede bambaşka bir Hayko Cepkin var. Gayet sıcakkanlısın, sahnede bambaşkasın. İki, üç farklı yüz oluyor sahnede. Bir an çok öfkelisin, hayata karşı, dünyaya karşı; bir an hüzünlü ve sonra da çok keyifli, mutlu bir adam. Ve karşındakine de bunu hissettiriyorsun. Bu aslında anlatılmaz yaşanır ama, nasıl bir psikoloji?
Hırsla alakalı bir şey. Hırslıyım. Yapacağım diyorsam yaparım, kimse de engel olamaz ve neyi yapmak istiyorsam öyle de yaparım yani kimse ‘Şöyle yap’ diyemez. Öyle de gıcık taraflarım var. ama bunlar olumsuz gıcıklıklar değil, gerekli şeyler. Herkes sahneye çıkıp performans yapıyor, herkes de yapabilir. İyi bir enstrümansan, sahne deneyimin varsa, çıkıp çalabilirsin. Ama unutulmuş bir şey var, ‘ruh’. Ruh unutulmuş durumda. Ben o ruhu yaşıyorum. Ve yaşadığı şeyi vermek istiyorum karşımdakine. İnsanlar şu ana kadar konser seyrettikleri zaman, bir yerden sonra muhabbete dönebiliyorlardı. Ben onlara muhabbet şansı tanımıyorum. Yani, izlemesi gerekiyor. Bazı şeyleri hatırlaması gerekiyor diye düşünüyorum. Ki şarkılarımın sözleri anlamsız değil yani, anlamları var ve benim için önemli anlamları var onların. Ve bazen de konserlerde genel olarak ki bunlar da zamanla çoğalıyor, o anlamları irdeleyip gelen adamlar var. O adamları seviyorum. O adamlar benim anlattığım şeyi dinlemeye geliyorlar. Bazen şarkıyı da dinlemeye gelmiyorlar, sadece benim anlatmamı seyretmeye geliyorlar. Kimseden göz kontağımı kopartmamaya çalışıyorum. Hırslıyım, hepsini kazanmaya çalışıyorum. Tabi arada fire veriyorum. Herkese çalamazsın orada. Sıkıldığımız şeyler, neler mesela : her şarkıdan sonra ‘çok teşekkürler, sizi çok seviyorum ben, yeah!!’ ‘şimdi hep beraber söylüyoruz, işte geldim ben!!’ , mikrofonu uzatmalar falan. Bıktım ben u hikayeden.
Bir kere bile teşekkür etmedim ben seyirciye. Teşekkür niye edeyim, ben yaptım hepsini. Sen mi yaptın bana bir şey. Sen bana teşekkür et! Tek bir teşekkürüm var, en son giderken, ‘geldiğiniz için teşekkürler’. Bu kadar basit. Kimseye de mikrofon uzatıp şarkımı söyletmiyorum. Onlar zaten kendi içlerinden söylüyorlar. Bazı şeyler çok doğal gelişiyor. Mesela Hayal Kahvesi’ndeki konserde tepinirken mikrofon kablom koptu. Şu anda dönen klip şarkısı ‘Görmüyorsun’u çalıyorduk, mikrofonum yok, söyleyemiyorum ve seyirci söyledi. O kendinden gelişti ve güzel bir şeydi. Ama ben kendi başıma ‘haydi arkadaşlar birlikte söylüyoruz, haydi eller havaya’ bırakalım bu işleri. Harbiden bıktım bu işlerden. Bir kere sahne her zaman seyirciden çok yüksek olmalı. Alçak sahne dizaynları yüzünden çok fazla seyirci içine giriyorsun. Onlardan biri oluyorsun. Ben onlardan biri değilim sahnedeyken. Ben onlardan başka biriyim. Benim orada yaptıklarımı başka biri kolay kolay yapamaz. Yani öyle egosal şeylerim de var. Gözükmemem lazım benim orada. Önemli. Bu işin mistikliğini korumak adına. Bu işten kaybedilen şey bu zaten. Konsere gelmeden önce aynı yerde heriflerle takılıyorsun, ‘hadi baba kolay gelsin’ diye seni sahneye yolluyorlar, şarkını söylüyorsun, aşağı iniyorsun ‘ bir bira ısmarlayayım sana’ muhabbeti! Höst lan. Ne oluyoruz. Ben seninle muhabbet etmeye gelmedim buraya. Bunlar aslında kaba tabirler, bir çok insana kaba gelebilir; ‘Ne demek, sen ne oldun, bir tarafın mı kalktı?’. Alakası yok. Bu mistik bir iş. Koruman lazım bunu. Ben seninle kanka olmaya gelmedim, tanımıyorum ben seni. Birbirimize övgü dolu şeyler söyleyip gideceğiz belki, ‘e çok güzeldi’ ‘sağ ol’ ‘sen de sağ ol’ ‘seni seviyorum’ ‘ben de seni seviyorum’ e? Tanımıyorum ki ulan seni. Bu kaba gelebiliri insanlara ama bu, o alıştıkları şeyden dolayı. Herkesi sevdiğini söyleyen insanlardan dolayı bu böyle. Her gün paparazzi söylüyorlar ve her gün Gülben Ergen herkesi sevdiğini söylüyor. Veya başka biri. Onlar o kadar alıştılar ki, ‘bunlar hepimizi seviyor. Bu da sever. Buna ne oldu ki sevmiyor şimdi?’ yok öyle bir şey, değişmek zorunda.
Yine klasik bir soruyla bitirelim o zaman. Ankaralıları nasıl buldun?
Bizde pek fark etmiyor. Her yerde şaşkın seyirci var bizde. En sonunda geldik Ankara’ya, biraz daha gelmesek vururlardı
Hangibar organizasyonuyla Ankara’ya gelen Hayko Cepkin’le konserden sonraki gün Leman Kültür’de çok güzel bir söyleşi yaptık. Hayko’nun çok içten cevaplarıyla ve esprileriyle oldukça keyifli geçen söyleşide Hayko Cepkin’le ilgili merak ettiğiniz her şey var.
Müziğe nasıl başladınız?
(Gülerek) Çok ilginç. Hemen anlatayım. Babam CASIO bir klavye almıştı, onunla çalmaya başladım. Ondan sonra koroya girdim, okul korosuna, o koro büyüdü, büyüdü, büyüdü, kilise korosu oldu, sonra dört sesli batı müziği yapan bir koro oldu. Dokuz sene söyledim. Sonra opera eğitimi almak istedim. Opera eğitimi aldım iki sene. Onu bıraktım Timur Selçuk’la çalışmaya başladım. İki sene solfej, şan, armoni dersleri aldım. Oradan onu bitirdim, Akademi İstanbul’da Piyano eğitimi aldım.
Bir dakika, operayı neden bıraktınız?
Çünkü, saçlarım uzundu, dövmelerim vardı. Oradaki hocalar kalıpları olan hocalar. Onların kafaları öyle çalışıyor. Gözlerinde hiçbir zaman klasik bir operacı olamayacaktım. Modern operacı olacaktım. Onların gözünde de modern diye bir şey yok. Okulu bitiremezdim çok kolay. Sonra okulu bitirsem ne olacaktı ki yani. Düşündüm : kadrolu olsam, 6 yılda bir kadro açılıyor. hadi kadroya girdim, koroda olacaktım. Arada para kazanmak için piyano dersi falan verecektim öğrencilere, şan dersi verecektim.
Memur gibi bir hayat..
Armut gibi bir hayat. Yani ben ölürdüm herhalde öyle yaşamaya kalksaydım..(gülüyoruz)
Albüm kapağında odanın resmi var. Bütün şarkılar orada kaydolmuş galiba..
Her şey orada. Bütün albüm orada. Odamda takılırken birden albümüm oluverdi yani.
Background da çok iyi. İyi isimlerle çalışmışsın. Onlardan da biraz bahsedelim mi? Nasıl oldu, nasıl buluştun onlarla?
Şimdi o dönem, üniversite dönemleri geçtikten sonra, Akademi İstanbul’da piyano eğitimi aldığım dönemde, elimde klavye okula gidip geliyordum. O zaman da Beyoğlu’nda, Pendor Bar’da DJ’lik yapıyordum. Bara gidip gelirken, elimde klavye gördüler Öztürk’ler. ‘Sen çalıyor musun?’ dediler. ‘Çalarım’ dedim, başladım. Ondan sonra Ogün Sanlısoy’dan teklif geldi. Aylin Aslım, Koray Candemir, Demir Demirkan, albümlere düzenlemeler yaptım. Murathan Mungan’ın ‘Söz Vermiş Şarkılar’ albümüne düzenleme yaptım. Derken işler büyüdü işte.
Şu anda var mı herhangi bir proje?
Şu anda da işte Müslüm Gürses’e bir düzenleme yapıyoruz şimdi. Ama çok girmeyelim. İlginç bir proje olacak.
Albümün hikayesi nedir?
Odada yaptım her şeyi. EMI’ye götürdüm ben demoyu. Benim şarkılarım bu. Akşam Hakan Kurşun telefon açtı. ‘Şirkete gel’ dedi. Şirkete gittim, ‘Ben bunu çok beğendim, basıyorum’ dedi. ‘Abi’ dedim, ‘baştan bir kayıt yapalım.’ ‘Yok’ dedi, ‘basıyorum ben bunu’. Basıldı.
Böyle bir şey olabileceği hiç aklına gelmiş miydi?
Yok canım nerden aklıma gelecek. Bilseydim daha adam gibi söylerdim. Evde yani. Evde ne kadar olur ki? Şimdi onun için konserlerde evde yapamadıklarımın hepsini yapıyorum.
Peki komşulardan tepki gelmedi mi?
Bir dönem ‘abi kıs şunu’ muhabbeti vardı. Sonra ben Koray’la şunla bunla ortalıkta görünmeye başlayınca, albüm de çıkınca ‘evladım ne güzel şarkılar bunlar’ şeklinde değişti tepkiler (gülüyoruz). Şimdi mahallenin gururuyum, istersem sokağın ortasında çalışırım (kahkahalar) o kadar rahatım yani. Mesela şimdi ikinci albümde o konserlerdeki brutal vokaller var, şimdi evde kaydedebiliyorum onları. Rahatım yani, keyfim yerinde.
Albümde her şey sana ait. Sözler, besteler.. O sözleri yazarken nasıl bir psikolojide oluyorsun? Çok güzel sözler çünkü ve çok farklı bir sound. Türküler var, kilise müziği var?
Mesela geçen Atilla Aydoğdu’nun bir yorumu vardı : ‘bazıları’ dedi ‘Aşık Veysellerin, bilmem nelerin şarkılarını cover yapıp albümlerine koyuyor; sen onların ruhlarını alıp, kendi şarkılarını yapıyorsun’. Güzel bir yorum oldu o. Ve çok mantıklı geldi. Ben kimsenin coverını yapmıyorum. Yapmak da istemiyorum. Çünkü o da bana çok klişe geliyor. Ama çok acayip bir şey yaparsam o ayrı. Mesela ‘Şimdi Giden’. Murathan Mungan’daki şarkının hiç alakası yok şarkıyla. Bir tane daha yapmıştım Sezen Aksu şarkısı, o proje hayata geçer mi bilmiyorum ama onu da çok değiştirdim. Cover yapılırsa öyle yapılır. Şarkıyı tanımaya çalışırsın. Vokal kalıbını aynı tutarsın ama armonisini değiştirirsin. Bu müzik bilgisidir, armoni bilgisidir; altyapıdan komple değişik ama üstte vokal aynı şeyi söyleyebiliyor. Bir de ben bu konuda çok denedim, yapabiliyor muyum diye. Mesela piyasadaki çok arkadaşıma şarkıları için gidip ‘Vokalleri versene senin şarkının’ diyebildim. Çünkü onun şarkısı. Ben bozup başka bir şey yapabiliyor muyum diye herkesten vokal aldım. Hep evde çalıştım. Mesela film müziği yapmayı çok istiyorum. Yapacağım bir gün, eminim. Deneyimim olsun diye, hani öyle paslaşma vardır ya, üniversitede kısa film yapan arkadaşlara ben müzik yapıyordum. Hem o benden faydalanıyor, projesini bitiriyor; hem ben ondan faydalanıyorum, kendimi geliştiriyorum. Film müziği arşivim var zaten evde. En çok dinlediğim şey film müziğidir. O zaten her tür ruha hitap ediyor. Filmin içindeki o onlarca ruha hitap ediyor.
Şu filmin müziğini yapsaydım dediğin filmler var mı?
‘Ağır Roman’ var. ‘Pi’ var, ‘Fight Club’, işte ‘The Crow’ olmuş yani, o bomba. Ama ‘The Crow’un orkestrasyon kısmı, bizim bildiğimiz soundtrackte yok. Ben yurtdışından getirttim; bir çok film var ama Türkiye’de ‘Ağır Roman’ı yapmak isterdim. O çok benim kıyımdan köşemden geçiyor yani. Mesela albüm de ‘Hüzünle Karışık’, biraz ‘Ağır Roman’ı yansıtıyor yani, ondan etkilendiğim şeyler var.
Sahnede bambaşka bir Hayko Cepkin var. Gayet sıcakkanlısın, sahnede bambaşkasın. İki, üç farklı yüz oluyor sahnede. Bir an çok öfkelisin, hayata karşı, dünyaya karşı; bir an hüzünlü ve sonra da çok keyifli, mutlu bir adam. Ve karşındakine de bunu hissettiriyorsun. Bu aslında anlatılmaz yaşanır ama, nasıl bir psikoloji?
Hırsla alakalı bir şey. Hırslıyım. Yapacağım diyorsam yaparım, kimse de engel olamaz ve neyi yapmak istiyorsam öyle de yaparım yani kimse ‘Şöyle yap’ diyemez. Öyle de gıcık taraflarım var. ama bunlar olumsuz gıcıklıklar değil, gerekli şeyler. Herkes sahneye çıkıp performans yapıyor, herkes de yapabilir. İyi bir enstrümansan, sahne deneyimin varsa, çıkıp çalabilirsin. Ama unutulmuş bir şey var, ‘ruh’. Ruh unutulmuş durumda. Ben o ruhu yaşıyorum. Ve yaşadığı şeyi vermek istiyorum karşımdakine. İnsanlar şu ana kadar konser seyrettikleri zaman, bir yerden sonra muhabbete dönebiliyorlardı. Ben onlara muhabbet şansı tanımıyorum. Yani, izlemesi gerekiyor. Bazı şeyleri hatırlaması gerekiyor diye düşünüyorum. Ki şarkılarımın sözleri anlamsız değil yani, anlamları var ve benim için önemli anlamları var onların. Ve bazen de konserlerde genel olarak ki bunlar da zamanla çoğalıyor, o anlamları irdeleyip gelen adamlar var. O adamları seviyorum. O adamlar benim anlattığım şeyi dinlemeye geliyorlar. Bazen şarkıyı da dinlemeye gelmiyorlar, sadece benim anlatmamı seyretmeye geliyorlar. Kimseden göz kontağımı kopartmamaya çalışıyorum. Hırslıyım, hepsini kazanmaya çalışıyorum. Tabi arada fire veriyorum. Herkese çalamazsın orada. Sıkıldığımız şeyler, neler mesela : her şarkıdan sonra ‘çok teşekkürler, sizi çok seviyorum ben, yeah!!’ ‘şimdi hep beraber söylüyoruz, işte geldim ben!!’ , mikrofonu uzatmalar falan. Bıktım ben u hikayeden.
Bir kere bile teşekkür etmedim ben seyirciye. Teşekkür niye edeyim, ben yaptım hepsini. Sen mi yaptın bana bir şey. Sen bana teşekkür et! Tek bir teşekkürüm var, en son giderken, ‘geldiğiniz için teşekkürler’. Bu kadar basit. Kimseye de mikrofon uzatıp şarkımı söyletmiyorum. Onlar zaten kendi içlerinden söylüyorlar. Bazı şeyler çok doğal gelişiyor. Mesela Hayal Kahvesi’ndeki konserde tepinirken mikrofon kablom koptu. Şu anda dönen klip şarkısı ‘Görmüyorsun’u çalıyorduk, mikrofonum yok, söyleyemiyorum ve seyirci söyledi. O kendinden gelişti ve güzel bir şeydi. Ama ben kendi başıma ‘haydi arkadaşlar birlikte söylüyoruz, haydi eller havaya’ bırakalım bu işleri. Harbiden bıktım bu işlerden. Bir kere sahne her zaman seyirciden çok yüksek olmalı. Alçak sahne dizaynları yüzünden çok fazla seyirci içine giriyorsun. Onlardan biri oluyorsun. Ben onlardan biri değilim sahnedeyken. Ben onlardan başka biriyim. Benim orada yaptıklarımı başka biri kolay kolay yapamaz. Yani öyle egosal şeylerim de var. Gözükmemem lazım benim orada. Önemli. Bu işin mistikliğini korumak adına. Bu işten kaybedilen şey bu zaten. Konsere gelmeden önce aynı yerde heriflerle takılıyorsun, ‘hadi baba kolay gelsin’ diye seni sahneye yolluyorlar, şarkını söylüyorsun, aşağı iniyorsun ‘ bir bira ısmarlayayım sana’ muhabbeti! Höst lan. Ne oluyoruz. Ben seninle muhabbet etmeye gelmedim buraya. Bunlar aslında kaba tabirler, bir çok insana kaba gelebilir; ‘Ne demek, sen ne oldun, bir tarafın mı kalktı?’. Alakası yok. Bu mistik bir iş. Koruman lazım bunu. Ben seninle kanka olmaya gelmedim, tanımıyorum ben seni. Birbirimize övgü dolu şeyler söyleyip gideceğiz belki, ‘e çok güzeldi’ ‘sağ ol’ ‘sen de sağ ol’ ‘seni seviyorum’ ‘ben de seni seviyorum’ e? Tanımıyorum ki ulan seni. Bu kaba gelebiliri insanlara ama bu, o alıştıkları şeyden dolayı. Herkesi sevdiğini söyleyen insanlardan dolayı bu böyle. Her gün paparazzi söylüyorlar ve her gün Gülben Ergen herkesi sevdiğini söylüyor. Veya başka biri. Onlar o kadar alıştılar ki, ‘bunlar hepimizi seviyor. Bu da sever. Buna ne oldu ki sevmiyor şimdi?’ yok öyle bir şey, değişmek zorunda.
Yine klasik bir soruyla bitirelim o zaman. Ankaralıları nasıl buldun?
Bizde pek fark etmiyor. Her yerde şaşkın seyirci var bizde. En sonunda geldik Ankara’ya, biraz daha gelmesek vururlardı
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz